“De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi
alemlerin Rabbi olan Allah içindir.”[1]
Hak
veya batıl olsun her davanın “adam”lara ihtiyacı vardır. Genel kural
şudur ki; “adam”lar varsa davalar başarılı, yoksa başarısızdır.
Yeryüzündeki en yüce ve kutsal dava olan dinimizin tebliği, ikamesi ve dünyada
gerektiği konuma yerleşmesi için de her şeyden çok dava adamlarına ihtiyaç
vardır.
Peygamber
Efendimiz’in -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Allah’ım! İslam’ı Ebu Cehil b.
Hişam veya Ömer b. Hattab’la kuvvetlendir!” diyerek dua etmesi de adam
talebidir!”
Hakeza
Hz. Ömer’in -radıyallahu anh- bir gün dostları ile otururken; “Haydi,
herkes bir şey dilesin” demiş. Oradakilerden biri; “Ben, şu oda dolusu gümüşüm
olsun da onu Allah yolunda harcayayım isterim” demiş.
Bir
başkası; “Şu oda dolusu altınım olsun da Allah yolunda harcayım isterim” demiş.
Bir
diğeri; “Bu oda dolusu mücevherim olsa da Allah yolunda harcasam isterim”
demiş.
Hz.
Ömer; “Başka?” deyince; “Başka bir şey istemeyiz” demişler.
Bunun
üzerine Hz. Ömer -radıyallahu anh- kendi arzusunu şöyle dile
getirmiştir: “Ben, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Muâz b. Cebel ve Huzeyfe b. Yeman
gibilerden şu oda dolusu insan isterim ki, onları Allah yolunda
görevlendirebileyim.”
Vakıa
günümüzde de Ebu Ubeyde b. Cerrahlar, Muâz b. Cebeller ve Huzeyfe b. Yeman gibi
adamları lazım ki, bu zor ve çetin günlerde dinimizi tekrar hak ettiği konuma
yükseltebilelim.
Bunun için dava ve dava adamlığından
neyin kastedildiği iyi anlaşılmalıdır;
Dava,
inanılmış, gönül verilmiş, hayata biçim, yön ve renk veren düşünce ve inanç
manzumesi, bu manzumenin gerçekleştirilmesini istediği hedef/gaye ve ülküdür.
Davamızın
gayesi ise sadece Allah’u Teala’ya hakkıyla kul olup O’nun rızasını kazanmak ve
bu “kulluk şuuru” ile dünyayı imar ve inşa etmek için çalışmaktır.
Davamı
adamı ise bu yüce ülkü ve değerler uğrunda imanından aldığı güç ile Allah
yolunda yılmadan, yorulmadan, bıkmadan, usanmadan çalışan salih Mümindir.
Şunu
baştan ifade etmek gerekir ki dava adamı derken asla cinsiyeti ifade için bu
kelimeyi seçmiş değiliz, kendini Allah’ın dinini yaşama ve yaşatmaya adayan her
Mümin ve Mümine dava adamıdır. Hatta öyle kadınlar vardır ki adam gözükenlerin
çoğundan makbuldür.
Zeynep
Gazaliler, Ümmü Nidallar, Esmalar bunun örnekleridir.
Her
davanın adamı olmak zordur ama İslam davasının adama olmak çok daha zordur.
Çünkü amaç ve gayeler büyüdükçe uğrunda harcanması gereken emek ve çabaların da
büyümesi gerekir. Bu dünyadaki en büyük dava da İslam davası olduğundan,
uğrunda dava adamı olunabilecek en zor yol İslam davasının adamı olmaktır.
Çünkü dava bedel ister fedakârlık ister sabır ister diğerkâmlık ister…
Dava adamı, vahye tabi olandır;
Rabbimiz:
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına
o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne
karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.[2]
buyurmakta, Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- ise:
“Arzusu benim getirdiğime tabi olmadığı müddetçe, herhangi biriniz iman
etmiş olmaz.” Buyurarak dava adamının en önemli özelliğinin vahye tabi
olmak olduğunu belirtmiştir.
Sadece fikirle dava adamı olunmaz. Cahil kimseden dava adamı olmaz. Dava adamı olmanın birinci şartı ilme yani vahye; Kur’an ve Sünnet’e teslim olmaktır.
Dava adamı, örnektir;
Dava
adamı inandığı davanın en iyi yaşayanı olmaya çalışmalıdır ki iddiasının,
davasının bir sonucu olsun. Yaşantısı ile inandığı ve savunduğu davası bir
olmayan kimseden dava adamı olmaz. Nitekim Rabbimiz de “Siz insanlara
iyiliği emreder de kendi nefsinizi unutur musunuz?” (Bakara, 2/44)
buyurarak söz amel bütünlüğüne dikkatlerimizi çekmiştir.
Bir
insan, ağzından çıkan sözün canlı bir tercümanı, konuştuğunun müşahhas bir
numunesi olmadıkça, söylediğinin hakiki bir temsilcisi olamaz. Sözler,
amellerle süslendiğinde parlar, tesiri artar, kalplere girer, kulakta kalmaz.
Aksi halde amelden uzak yaldızlı sözler bir kulaktan girer diğer kulaktan
çıkar.
Dava adamı, fedakârdır;
Her
dava fedakâr fertler ister. Davanın yayılması, güçlenmesi ve iktidarı dava
adamının fedakârlığı ile doğru orantılıdır. Fedakâr olmayan dava adamı olamaz.
Herkes kadar uyuyan, gezen, çalışan, okuyan… kimse dava adamı olamaz. Dava
adamı, herkes uyurken uyanık olan, herkes gezerken vazife başında olan, herkes
ihmal ederken görevine dört elle sarılabilen kimsedir.
Hayatın
sorunlarını, dertlerini, işini-gücünü bitirdikten sonra, bu dava uğrunda
çalışmaya hazır hale geleceğini söyleyenlerden, asla dava adamı olmaz. Çünkü; “iş
bitmez, dert bitmez, çile bitmez, mazeretler bitmez ama ömür biter.” Zaten,
tüm bu sıkıntıları bitirmeye çalışırken biten şeyin adı değil midir ömür?
Dava adamı, zahmetsiz rahmet
olmadığını, zaferin çileyi bilenlerin değil, çileyi çekenlerin hakkı olduğunu
bilir;
Dava
adamı, yolun bir bedeli olduğunu bilir. Bu yolda çile, eziyet işkence, alaya
alınmak, iftiralara maruz kalmak gibi sıkıntılar vardır. Çünkü biz; günlerce aç
kalmış, yakınları tarafından en olmadık iftiralara ve suikastlara maruz kalmış,
en cazip tekliflere de, en acımasız tehditlere de boyun eğmemiş, yeri gelmiş
mağaralara sığınmak zorunda kalmış, yeri gelmiş harplere katılmış ve yara almış
bir peygamberin ümmetiyiz.
Hakkın
tarafında olan dava adamı, inandım demekle bırakılmayacağını bilen, bilakis
imtihanlara maruz kalacağını yakinen müşahede eden adamdır.
Dava adamının Allah için hayalleri
vardır;
Büyük
dava adamı şehid Hasan el-Benna’nın; “Dünün hayalleri bugünün gerçekleridir.
Bugünün hayalleri ise yarınların gerçekleridir” dediği gibi dava adamının
da Allah için hayalleri vardır. Sadece geçici dünya hayatına dair ev, araba,
servet vs. gibi dünyevi hayalleri olan dava adamı olamaz. Dava adamları en
büyük yatırım olan ahiret tarlasına büyük eserler dikmek için önce hayal kurar,
sonra da bu hayaller uğrunda sebeplere sarılır, çalışır, çabalar, engeller onun
için bir set değil yıkılması gereken geçici imtihanlardır. Hayal yoksa hedef
yoktur, hedef yoksa gidilecek bir yerde yoktur. Gideceği yeri bilmeyenin de
enerjisi israf olur.
Dava adamı, derman adamıdır;
Dava
adamı sorun değil, sorunları çözmek için çalışan adamdır. Dava adamı, davasıyla
kıyaslandığında sorun dahi edilmemesi gereken dünyevi sorunlarını davasının
önüne bir engel olarak koymaz, onları aşar ve dava ehline yük olmaz. Bu hususta
Said Havva’nın aktardığı kıssadan ders alınmalıdır. 1930’lu yıllar Said Havva
anlatıyor:
“İhvan-ı
Müslimin’i kurduğumuz yedi arkadaşımızdan biri de İsmail idi. İsmail, evlat
hasretiyle yana ve dokuz sene sonra kız çocuğu olan bir babaydı.
Kızına
“Canan” anlamına gelen Ruhiye adını vermişti. İhvan-ı Müslimin, her akşam
olduğu gibi yine gizli toplantılarına devam ediyor, Mısır’ın güvenlik güçlerine
yakalanmamak için büyük bir titizlik gösteriyordu.
Bir
akşam yine İsmail’in evinde bir araya gelmiştik. İsmail, bize tatlı ikramında
bulunuyordu. Toplantı gece saat 01.00’e kadar sürdü. Nihayet sona ermiş ve
evlerimize dağılmak için kalkmıştık. Üstad Hasan el-Benna evden tam ayrılırken
İsmail kolundan tuttu ve dedi ki;
-Üstad’ım
kızım öldü. Yarın cenazeye gelmeleri için arkadaşlara haber verir misin?
-İsmail,
kızın ne zaman öldü?
-Biz
içeride toplantı yaparken öldü.
-Bize
neden haber vermedin, biz toplantı yaptık, tatlı yedik, niçin bize söylemedin?
-“Üstadım
kızım öldü! Davam değil.”
Allah’u
Ekber! Bu yiğitlerle aynı davaya gönül vermek ne büyük bir nimet.
Dava adamı, idealisttir;
Dava
adamı idealisttir ama vakıadan habersiz değildir. İdeal seviyeye ulaşmak için
vakıadan zirveye hedefi basamaklar ve yürür. Asla fevri, duygusal, hamasi
kararlarla iş yapmaz.
Yeterince
hazır olmadan, özelliklede eğitimli, fedakâr, ihlaslı insan sayısı artmadan,
planlı-programlı bir çalışma ortaya koymadan, doğru olan yolu-yöntemi takip
etmeden, başarının gelmeyeceği konusunda gerçekçidir. Ama bu davanın bu
şartlarla hâkim olacağına inancı da tamdır. Birileri ona İslam Medeniyeti
idealinin imkânsız olduğunu söyleyebilir. O bu lafların hiç birisini kale
almaz. Hedefleri uğrunca tereddütsüz bir şekilde mücadele eder, yürür.
Dava adamı, makam-mevki, diploma,
kariyer için davasını ihmal etmez;
Dava
adamı, tebliğinden vazgeçmesi karşılığında dünyadaki en büyük nimetleri
kendisine vermeyi teklif eden Mekke’li müşriklere; “Güneş’i sağ elime, Ay’ı
da sol elime verseniz ben bu davadan vazgeçmem” diyen Hz. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- gibi tavır koyabilen kimsedir.
Dava
adamını ancak Allah satın alabilir. Çünkü dava adamı hayatı, “Şüphesiz
Allah, Müminlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği Cennet
karşılığında satın almıştır…”[3]ayeti
doğrultusunda yaşar.
Dava adamı, geçmişin ışığında
geleceği inşa eder;
Davaya hizmet geçmişi, bugünü ve geleceği içeren bir süreçtir. Hafıza bireyler için ne kadar önemli ise davanın geçmişinin bilinmesi de bir o kadar önemlidir. Dava adamı tecrübeler ışığında yürümeli, ana eksenden kaymamalı, ama hatalar ve eksiklikleri tespit ederek yenilenmeli ve yenilemelidir. Dolayısıyla dava adamı, geçmişi bilen ondan istifade ederek yenilenen ve yenileyen kimsedir. Geçmişin olduğu gibi taklidi içinde bulunduğumuz zaman dilimini kuşatamayacağı gibi, her yeni de iyidir diye bir anlayışın söz konusu olmayacağı bilinci ile dava adamı meseleleri tahlil etmelidir.
Dava adamı, görev adamıdır;
Dava
adamı, hizmete adapte olmuş görev adamıdır. Dava adamı benim bir işim var deyip
işini merkeze koyan boş söz ve tartışmadan kaçınan kimsedir. Görevini ihmal
edip, başkalarını işlerini konuşandan dava adamı olmaz.
Dava adamı bedel ödemeye hazırdır;
Dava
adamları bilir ki, her davanın bir diyeti vardır. Dava adamlarının en büyük
imtihanı ise tağuti güçler, ışık almaz zindanlar, yokluk yahut sefalet
değildir. Dava adına beraber yola çıktıkları vefadan yoksun sözde dava
adamlarıdır. Zira dava adamı, dışarıdan gelecek olan imtihanlara göğsünü
peşinen siper etmiş durumdadır. Ancak beraber yürüdüğü ve güvenme ihtiyacı
hissettiği kimselere karşı savunmasızdır. Dava adamlarının belini büken,
sabırda sekteleten ve hatta istikâmet aynı olmak şartıyla başka bir yola sevk
eden işte bu noktadan gelen haksız ve yıkıcı eleştiriler, vefasızlıklar ve
karalamalardır…
Bu
durumlar dava adamlarının hayatlarında görüp görecekleri en büyük imtihanların
başında gelir. Buna maruz kalmak dava adamları için geçirilen imtihanların
zirvesidir. Burası birçok dava adamının tıkandığı ve tükendiği noktadır. Ancak
bu, davasında samimi dava adamları için paydos yahut emeklilik veyahut son
değildir. Yıkıldığı yerden başka bir kalkış ile kalkışın mukaddimesidir.
Küllerinden istikâmete yeniden kuvvetle girişin başlangıcıdır. Niyetlerin
tazelenmesi, ihlas ve takvanın ıslahıdır.
Dava adamı, ümitlidir;
Dava
adamı elinden geleni yaptığı takdirde Allah’ın yardımının geleceğinden şüphe
dahi duymaz. Çünkü Rabbi onu müjdelemiş ve garanti vermiştir. “Ey iman
edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız),
O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.”[4]
Peki
bunca güzel özelliklere sahip olan dava adamlarına nerelerde denk geliriz.
Süslü konferans salonlarında mı, seminerlerde mi yoksa köşe bucak sayılan
meşhur olmayan mekânlarda mı?
Dava
adamları kimi zaman ya bir çay ocağının etrafına atılmış alçak hasır
iskemlelere kümelenmiş aydınlık alınlı gençlerle, ya bir kitapevinin soluk
ışıklı ortamında mutlaka bir şeyler anlatırken görürsünüz. Dünyanın bir
köşesindeki Müslümanla heyecanlanır, açları, susuzları sürgünleri duydukça
kahrolur; elinde avucundaki bilmediği coğrafyalarla paylaşır.
Yetiştirdiği
gençler büyük makamlara gelmiş ama o hala orada, o köşesinde, yıllar önce neyi
niçin savunuyorsa onu aynı kararlılıkla anlatmaya, okumaya, paylaşmaya devam
ediyordur. Her birinin gözlerinde birer umut ışığı o gençlerden pek kimse
kalmasa da.
Geçen
zamanın yüzündeki çizgileri derinleştirse, etrafı tenhalaşsa da o hala büyük
anlatıların, derin mevzuların peşindedir. Yaşanmakta olanlar onu
şaşırtmamıştır. Fikir öfkesi ve dava heyecanı hala diridir.
Ümmet,
hayatlarından feragat ederek çalışan, didinen bu dava adamlarına çok şey
borçludur.
Rabbim
cümlemizi fikir öfkesi ve heyecanı diri olan dava adamlarının dizinden, izinden
ayırmasın, kıymetlerini bilenlerden eylesin. Bizi onlara her iki cihanda onlara
komşu eylesin.