İnsan
denilen varlık ne gariptir değil mi? Hakkında bilgi sahibi olmadığı her konu
için cüretkâr bir şekilde ve pervasızca yorum yapabilir hatta ve hatta bu
yorumuna da kendisi gibi cahil insanları inandırabilir.
Bu tür
insanlar toplumun köylü, işçi veya okuma yazma bilmeyen kesiminden oluşmaz
sadece, cahil âlimlerimiz de bu insanların arasında yer almaktadır. Dünyadaki
bu kadar karmaşanın en önemli sebeplerinden birisi de kişinin ehli olmadığı işi
yapmaya çalışmasıdır. Örneğin bir doktorun, hakkında hiç araştırma yapmadığı,
kitap veya makale okumadığı hukuk sistemi hakkında yorum yapması ve öneri
sunması veya bir jeoloğun, tarihi belgeleri okuma bilgisine sahip olmadan
tarihi meseleler hakkında konuşması.
Bu tür
insanlar sadece kendilerini saptırmakla kalmazlar, edebî konuşma becerileri ile
birlikte toplumun büyük bir kesimini de peşlerine takarlar.
Şu anki
gündemimiz ne yazık ki masum binlerce bebeğin, kadının, çocuğun, yaşlının
vahşice katledildiği Gazze soykırımıdır. Bugün vicdan denilen, insana verilmiş
en mükemmel duyguyu kaybetmiş bazı insanlar bu soykırıma gözlerini, kulaklarını
kapatmış bir vaziyette üç maymunu oynamaktadırlar.
Bu üç
maymunu oynamalarının sebebi kendilerine sorulduğunda artık klişeleşmiş şu
sözleri zikrediyorlar:
- “İşte
onlar topraklarını sattılar. Kendi elleriyle yaptılar, neden onlara acıyayım
ki?”
- “Ha o
Araplar mı? Onlar bize ihanet ettiler, bizi sırtımızdan vurdular. Hakkettiler
onlar, kendi elleriyle yaptılar.”
- “Filistin
devlet başkanı Ermeni soykırımını kabul etmedi mi, PKK terör örgütünü
desteklemedi mi? Bize düşman olana biz de düşman oluruz.”
Bunun gibi
nice gerekçe ile bu soykırıma kimi sessiz kalıyor, kimisi ise daha da ileriye
giderek bu vahşeti destekliyor.
Gelelim
onlar bu gerekçelerini nereye dayandırıyorlar. Kaç tanesi Gazze halkının
topraklarını Yahudilere sattığına dair bir belge okudu, kaç tanesi Gazze
halkının bizlere ihanet ettiğine dair bir vesikayı tespit etti?
Bence çok
düşünmeye gerek yok, zaten bu belgeleri okuyabilme yeteneğine sahip
insanlarımızın sayısı bu gerekçeleri zikredenler kadar fazla olsaydı bugün ülke
olarak farklı bir konum ve medeniyette olabilirdik. Bu cahil insanlar,
kendileri gibi bilgisiz birkaç edebiyatçının peşine takıldılar, papağan gibi
onlardan her işittiklerini zikrettiler.
Gelgelelim
benim bu satırları yazmamdaki sebebe: Raydan çıkan treni geri rayına girdirmek
bizlere düşer. Bu satırlarımda ne Arap seviciliği yapmayı amaçlıyorum ne de
toplumun bir kesimini eleştirmeyi kendime görev ediniyorum.
Gayem,
benden önceki atalarım gibi yanlışı düzeltmeye çalışmaktır. Satırlarımda
aktardığım her bilgiyi daha da derinlemesine araştırmanızı tavsiye ederim.
GAZZE HALKI
GERÇEKTEN BİZE İHANET ETTİ Mİ?
Toplumumuzda
yıllardır böyle bir algı var: Araplar bize ihanet ettiler. Peki bize Arapların
her bir ferdi, kabilesi mi ihanet etti. Eğer cevabımız evet olacaksa bugün
Çanakkale şehitliğindeki taşlarda, memleketi Arap topraklarındaki şehirlerin
adını taşıyan binlerce şehidimizi nereye koyacağız? Ya da savaş dönemlerinin en
yakın şahidi Cemal Paşa’nın hatıralarına ne diyeceğiz?
Bu meselenin
ilk cevabı şudur ki Araplar bize ihanet etmemişlerdir. Bize ihanet edenler Arap
ırkına mensup adı Şerif Hüseyin, Şerif Faysal ve Emir Abdullah olan üç beş
dünyalık sevicisi haindir.
Bugün eğer
bu üç beş hainin yaptıklarının cezasını biz onların ırkına mensup olan diğer
insanlara keseceksek aynı cezayı Bulgarlara, Arnavutlara, Yunanlılara,
Ermenilere, Kürtlere ve de Türklere de kesmeliyiz.
Birinci
Dünya Savaşı’nı dikkatli inceleyen herkes görecektir ki zikrettiğim bu
milletlerden ve nicesinden bize ihanet edenler olmuştur. Bugün bizler Araplara
karşı hissettiğimiz öfkeyi bu topluluklara karşı da hissediyor muyuz? Eğer
gerçekten Araplara, sırf bize ihanet ettikleri için öfke duyuyorsak aynı öfkeyi
neden bize ihanet eden diğer topluluklara karşı da duymuyoruz?
Bu konu
hakkında konuşmak hepimizden öte o günlerin en yakın şahidi Cemal Paşa’ya
düşer. Cemal Paşa, Enver Paşa’nın teklifi ile 4. Ordu Komutanı olarak Kanal
Seferi’ni yönetme ve asayişi sağlama görevini üzerine almıştır.
İhanet eden
Arapların da olduğu Birinci Kanal Seferi’nde yaşanan durumları Cemal Paşa,
hatıralarında şu sözleri ile bugünlere aktarmaktadır:
“Birinci
kanal seferini yapmış olan Osmanlı kuvvetini teşkil eden subay ve erlerin
gösterdiği çalışmalar ve fedakârlık gerçekten her türlü takdire layıktır. 300
km’lik kum deryası içerisinde her türlü zorluğa tahammül ederek ilerleyen bu
kahramanları tazim ile yad etmek bizce en mukaddes bir vazifedir. Arap ve Türk
unsurlardan mürekkep olan orduda en derin kardeşlik hissi hâkim oluyor ve
herkes diğerinin yükünü hafifletmek için kendisini feda etmekten çekinmiyordu.
Arapların büyük bir kısmının hilafet makamına en derin hislerle bağlı olduğuna
1. Kanal Seferi en ulvî bir örnektir. Tamamen Araplardan meydana gelen 25.
Fırka ile bütün menzil teşkilatı görevlerini cidden cansiperane ifa ettiler.”[1]
Bu sözleri
savaşı görmemiş olan ben veya bir başkası zikretmiyor. İhanetin ve kardeşliğin
birbirine karıştığı savaşa komutan olarak tayin edilen Cemal Paşa söylüyor ki
hatıralarının bir başka bölümünde ise şu sözleri söylüyor:
“En önemli
olan şudur ki hepsi Suriyeli ve Filistinli Araplardan oluşan menzil kolları
efradından hemen hemen hiç kimse kaçmamış ya da ihanete teşebbüs etmemiştir.”[2]
Bu sözler
bize ne kadar ilginç geliyor değil mi? Eğitim hayatımıza başladığımız ilk günün
ilk saatinde öğrendiğimiz ve belki de ölene kadar hiç sorgulayıp
araştırmadığımız bir konu hakkında, o günleri bizzat yaşamış birisi çıkmış ve
işittiklerimizin tam aksini bizlere söylüyor.
Sözlerimin
başında da belirttiğim üzere evet, bize o zor günlerimizde ihanet eden Araplar
olmadı mı, elbette ki oldu. Nasıl ki ihanet etmeyen Arapların varlığı tarihi
vesikalar ile sabit ise ihanet eden Arapların da varlığı tarihi vesikalar ile
sabittir. Yalnız bu vesikalarda sadece Arapların ihanet içerisinde olduğu sabit
değildir. Daha birçok toplumun da bizlere ihanet etmiş olduğu bu vesikalarda
görülmektedir.
Sizlere
sunmuş olduğum bu konunun en mühim noktasını oluşturacak olan sözleri ise yine
aynı şekilde Cemal Paşa zikretmektedir:
“Şimdi size
temin ederim ki Türklük cereyanı Araplık cereyanının katiyen düşmanı değil,
onun biraderi hatta ayrılmaz refikidir. Türk genci, Arapların terakkisini,
bütün milli hukuklarına sahip olmalarını bütün canıyla ister. Türk gencinin
bugünkü çalışması, Türk milletinin milli hissini uyandırdıktan sonra, Türk’ü
okutmak, Türk’ü çalışkan yapmak, Türk’ü esaretten kurtarmak, Türk’ün sıhhatini
iade etmek, Türk nüfusunu artırmak, hulasa Türk’ü 20. asırda yaşayan milletler
arasında hayat hakkına malik muhterem ve mübarek bir unsur hâlinde âlemin gözü
önüne arz etmek gibi noktalara matuftur. Türk genci bu çalışmaya azim ve
ahdetti. İşte onlardan biri olmak üzere, onların dilinden söylüyorum ki, siz ey
Arap gençliğinin güzide mümessilleri, siz de aynı gayelerin temini için
çalışınız, Arap illerinin istilası hırsıyla her nevi fesat ve hileyi mubah
gören ecnebilere satılmış olan mahlukların tezviratına inanmayınız. Gerek Türk
gerekse Arap gençliği söylediğim tarzda onar yıl çalışınız. Ondan sonra
etrafınıza bakınız birbirinizin kucağına o zaman atılınız ve bir daha
ayrılmamak ahdi ve misakı ile lahmın lahmi demin demi (etin etim, kanın kanım).
Türk ve Arap
gençliğine hitaben şunu söylüyorum ki, bu iki millet birbirlerinden
ayrıldıkları anda ikisi de zevale mahkumdur…
Türk ve Arap
birbirinizi seviniz. Birbirinize karşılıklı hürmet ediniz ki aynı gayeye
hizmetleriniz semereli olsun. Eğer aksini yaparsanız her ikiniz için de
inkıraz, esaret ve felaket muhakkaktır.”[3]
Bu sözler
üzerine yıllardır bizlere anlatılan bir sözün, sadece bir grup insanın
besledikleri nefret üzerine söylendiği aşikâr olmuş mudur? Koyun sürüsünde bir
koyun olmayı kabul etmeyen, cehalet tasmasını asla boynuna takmayı kabul
etmeyen bu toplumun her bir ferdi işte araştırarak, okuyarak yanlışların ve doğruların
farkına varacaktır.
Sözlerimin devamına Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’nda yer alan bir belgeyi sunarak devam etmek istiyorum:
“Dâhiliye
Nezâret-i Celîlesi’ne:
Düvel-i
muhâsamaya karşı i’lan-ı cihâd hakkındaki fetvâ-yı şerîfeyi muhtevi emr-i âl-i
telgrafîlerinin vürûduyla beraber bugün memleketin ulemâ ve eşrâfı ve me’mûrîn
ve fetâvâ-yı şerîfe kadı ve müftü efendiler tarafından ihtifâlât-ı fâika ile
kırâ’at ve münderecâtı i’lân ve cihâdın fezâil ve mezâyâsı cümle hâzırûna ifhâm
edilerek muhâfaza-i dîn ü devlet uğurunda fedâ-yı cân ve mâla hâzır ve müheyya olduklarını kemâl-i neşât ve hâhişle beyân etmişlerdir.”
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri
Başkanlığı Kudüs Halkının Birinci Dünya Savaşında
Devlet-i Âliyye'nin Yanında Savaşa Girdiğine Dair Belge
Özetle bu
belgede geçenler şunu ifade etmektedir ki, Devlet-i Âliyye, Birinci Dünya
Savaşı’na girip akabinde halifenin cihat ilan etmesinden sonra Kudüs halkı da
bir araya gelerek Devlet-i Âliyye’nin safında din ve devlet uğruna canları ve malları ile yer aldıklarını bildirmişlerdir.
Peki biz
Filistin’i ve civarını nasıl kaybettik? Elbette ki bunun müsebbibi sadece bize
ve dine ihanet eden birkaç Arap değildi. Bizi daha da zor bir duruma sokacak
hainler bitmemişti.
Şimdi de
gelin Kanal Seferlerinde mağlup olmamızın nedenlerini Cemal Paşa’dan
dinleyelim:
“Kûtulemare’de
İngiliz ordusunun esir düşmesinden sonra Irak ordusunun bir kısmının alınarak
İran’da fetihler icrasına memur edilmesi neticede Bağdat’ın düşmesine sebep
olmuştu. İşte şimdi de Kudüs ve umumiyetle Filistin tehlikede iken son
kuvvetlerimizin Bağdat’ın geri alınmasına tahsis olunması, Kudüs ve Filistin
belki bütün Suriye’nin düşman istilasına maruz kalmasını mucip olacaktı.”[4]
Cemal
Paşa’ya göre Kudüs ve çevresinin kaybedilmesinin en büyük müsebbibi Alman
General Falkenhayn’dır. Falkenhayn, çok stratejik hatalar yaptı, karargâhı
Halep’te tutarak Cemal Paşa’ya gereken desteği vermedi.[5]
Cümlelerimi
şu sözler ile tamamlamak istiyorum: Tarih diğer bilimlerden farklı bir
bilimdir. Gün yüzüne çıkan her bir belge bir yanlışı düzeltmekte veya bir
doğruyu yalanlamaktadır. Dikkat etmemiz gereken husus şu ki bizler, hakkında
hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir konu hakkında sadece üç beş kişinin
sözlerine dayanarak hüküm beyan etmemeliyiz.
Bugün
Gazze’de öldürülenler Arap değillerdir, bebeklerdir, kadınlardır, çocuklardır,
yaşlılardır. Ellerinde sadece ufak bir taş ile vatanlarını korumaya çalışan bir
grup insandır. Vicdanımız ile bir olaya bakarken din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı
yapamayız. Yoksa orada vicdanımızı değil zihnimizi kullanmış oluruz ve zihin
her zaman kişiyi doğruya götürmez.
Ne ben ne
Cemal Paşa ne de bir başkası Araplara karşı zikrettiğimiz sözlerde Arap
seviciliği yapmış olmuyoruz. Hakikat ne ise dil onu zikreder. Ortada bir
hakikat vardır ki o da Arapların tümüyle bize ihanet etmemiş olduklarıdır.
Nasıl ki 100 kilogram bulgurun içerisine 3 gram pirincin karışmasıyla o
bulgurlar pirince dönüşmüyor ise üç beş hainden dolayı tüm Araplar da haine
dönüşemezler ki yukarıda zikrettiğim belgeler bunu bir nebze olsa da
desteklemiştir.
Son olarak
bizler en nihayetinde insanız. Vicdan dediğimiz, insanı insan yapan unsurun
kullanılması gerekmektedir. Pas tutmuş bir vicdan insana yük olur. Bugün sadece
Gazze’de soykırıma uğrayanlar değil aynı şekilde Doğu Türkistan’da da soykırıma
uğrayan kardeşlerimiz, vatandaşlarımız var. Bugün uyruğu Kürt olan birisi çıkıp
da ben Kürdüm, bana ne Uygur Türklerinden diyemeyecek ise bizler de dünyada
zulme uğrayan hiçbir insan için bana ne diyemeyiz. En azından kalbimizde o
insanlara zulmeden zalimlere karşı öfke duygusu beslemeliyiz. Bu kadarını bile
yapmaktan aciz olanlar ne insandır ne de hayvandır. Onlara sadece mahluk demek
yeterlidir.
İnsan
olduğunu unutma, sen bir koyun değilsin. Nice çoban, koyununu kasaba teslim
eder. Dikkat et takip ettiğin çobanın seni celladına teslim etmesin. Cahil
âlimlerin izini takip eden, bozuk bir fenerle karanlık bir tünelde ilerlemeye
çalışan bir insan gibidir. Bir taşa takılıp düşmesi an meselesidir.
Mazlum
canlara kıyılmamasını, zalimlerin cezalarını çekmelerini, hak ve adaletin
yeniden tüm yeryüzüne yayılmasını Allah’tan temenni ederim.
[1] Ali
Hikmet Şükrü, Müzekkeratu Cemal Paşa, 263-265; Cemal Paşa, Bahriye Nazırı ve 4.
Ordu Komutanı, Hatıralar, Behçet Cemal (Tamamlayan ve Düzenleyen), s. 212-214
[2] Cemal
Paşa, Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı, Hatıralar, Behçet Cemal (Tamamlayan
ve Düzenleyen), s. 212-213; Ali Hikmet Şükrü, Müzekkeretu Cemal Paşa, s.
279-280.
[3] Cemal
Paşa, Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı, Hatıralar, Behçet Cemal (Tamamlayan
ve Düzenleyen), s. 275-277; Seyfullah Korkmaz ve İbrahim Yılmaz, “Cemal Paşa
Hatırlarında Mevlevî Alayı ve Gönüllü Topluluklar”, s. 233-253.
[4] Cemal
Paşa, Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı, Hatıralar, Behçet Cemal (Tamamlayan
ve Düzenleyen), s. 236-244. Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, s. 155-156.
[5] Cemal Paşa, Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı, Hatıralar, Behçet Cemal (Tamamlayan ve Düzenleyen), s. 236-254.